16 Aralık 2016 Cuma


Şu sıralar zihnimi fazlaca meşgul eden bir kelime var: İstikamet. Bu kelime bilhassa güneş istirahate çekilirken ve başımı yastığa koyup uykuya dalmak üzereyken aklıma geliyor, durgun suya atılan bir taş misali dalga dalga beynimde yankılanıyor ve sanki gaipten mütemadiyen gelen ama duyamadığım bir nidayı kulağıma sessizce fısıldıyor, fark edemediğim bir şeyleri sezdirmeye çabalıyor, bir müddet sonra ise usulca uzaklaşıp gidiyor. 
İstikamet birtakım çağrışımları beraberinde getiriyor, bu hal üzereyken istemsiz sayıklamalar başlıyor, ardından sorgulamalar ve özü yargılamalar ile devam ediyor, biriken maddi/manevi sıkıntıların tazyiki altında iç muhasebe ağırlaşıyor, akıp giden zamanın ve kargaşası yoğun hayatın karşısında bir an için duraksatıyor.
İstikamet, “فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ”, “Bu gidiş nereye?” sorusuyla soğuk bir tokatı suratlara çarpıyor, ilahi ihtarın müthiş hissiyle ruhları tir tir titretiyor, geçmişi ve geleceği film şeridi gibi gözler önünden geçiriyor, nihayetinde varoluş gayesinin hakikatini ve felah-ı ebedinin çaresini idrake sevk ediyor. 
İstikamet, günde en az 40 defa tekrarladığımız bir yakarışı hatırlatıyor: “اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ”, “(Allahım!) Bize doğru yolu göster.” Bastığımız zeminin ayağımızın altından kayma ihtimalini gösteriyor, her an her şeyin değişebileceğini ve hiçbir teminatımızın olmadığını söylüyor, yan yana dizilmiş dinamo taşlarına tek dokunuşla her hareketin bir diğerini tetiklemesi gibi sonunda sabırla ve incelikle kurulan düzenler saniyeler içinde de yok olabiliyor, sıcacık ve bembeyaz yürekler ufacık ve simsiyah noktalarla fütursuzca peyderpey de kararabiliyor, kaskatılaşabiliyor. 
İstikamet, istianeyi gerektiriyor. Şu sıralar sımsıkı sarıldığım bir ayet-i kerimeyi haykırıyor: “يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ”, “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin.” Acziyetimizi ve gafletimizi unutmamamızı sağlıyor, öte yandan bir kapıyı aralıyor: “إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ”, “Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” Ah u zar eden gönüllere şefkatle su serpiyor, bocalamış bedenlere sığınılacak limanı işaret ediyor, dünyevi işkencelere rağmen uhrevi huzuru ve asayişi vadediyor.
Velhasıl,
İstikametimiz hayr’ola
Derd u cefamiz def’ola
Hak yolunda bizleri
Daima müstakim kıla
Amin.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Bir Propaganda Romanı: Yeşil Gece

Yeşil Gece[1], Reşat Nuri Güntekin’in 1928 yılında yayınlamış olduğu toplumsal yönü ağır basan, en önemli romanlarından biridir. Uzun yıllar öğretmenlik yapmış olan Reşat Nuri’nin eserinde seçtiği baş karakter, yine kendisi gibi bir öğretmen olan Şahin Efendi isimli idealist bir şahsiyettir. Romanın içeriğini; medresede yetişen, ancak daha sonra öğretmen okulunu bitirerek Ege Bölgesi’ndeki bir kasabada göreve başlayan Şahin Efendi’nin kişiliğini oluşturan nitelikler, öğretmenlik görevinde bulunduğu bölgede karşılaşmış olduğu zorluklar ve bunlar etrafında şekillenen olaylar oluşturur. Aslında Reşat Nuri’nin 1926 yılında yazmaya başladığı eser, yayınladığı dönem ile birlikte incelenecek olursa; yeni bir devletin inşası süreci, ardı ardına gerçekleşen köklü inkılaplar ve toplumun yaşadığı büyük değişim/dönüşümler gibi siyasal, sosyal ve kültürel devrimlerin meydana geldiği bir zamanda vücut bulması bakımından önem arz etmektedir. Bu çerçevede, muhtelif bakış açılarıyla da tahlil edilmesi gereken Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’si; tasvir edilen medreselerin, Osmanlı halifesinin/rejiminin ve oluşturulan karakterler aracılığıyla din adamlarının/medrese hocalarının (ve bu karakterler dolayısıyla da dinin) bariz bir şekilde kötülendiği; buna karşılık, tüm bu kötülemelerin aslında yeni kurulan rejimin lehine yapılacak olan propagandalarda kullanılacak bir nevi argümanlar oluşturmak niyetiyle yapıldığı, son derece ideolojik ve güdümlü bir romandır.

Önermenin ilk kısmında geçen ve sert bir dille eleştirip kötülenen ögelerden ilki medreselerdir. Romanda anlatılanlara binâen[2] medreseler son derece sağlıksız, rutubetli ve soğuk ortamlardır. Talebeler buralarda yeterli beslenememektedirler ve katı bir disiplin altında tutulmaktadırlar. Bu gibi sebeplerden ötürü Şahin Efendi’nin bir arkadaşı ve babasının hafız yapmak istediği küçük Remzi ölür. Ayrıca, medreselerde dini ilimler dışında bir şey öğretilmez. Bu mekanlar bir nevi irticâ ve isyan yuvalarıdır. Kötülenen ögeler arasında ikinci olarak halife/Osmanlı rejimi gelir. “(...) bütün bu facianın mesuliyeti, günahı Peygamber vekiline, yeşil ordunun zalim korkak başkumandanına aittir. (...) Bütün kabahat halifedeydi.”[3] , “Halife-i Resulullah olan adam zalim ve ahlaksızdı.”[4] ve “(...) Bu zamanlarda Abdülhamit’e karşı bir isyan hareketi başlamış olsaydı, Şahin, mutlaka önde yürür ve yeşil bayrağın gölgesinde şehit olurdu.” gibi alıntılamalardan idrak edileceği üzere buradaki tutum da menfi yöndedir. Son olarak kötülenen unsur, eserde yaratılan karakterler aracılığıyla din adamları ve medrese hocalarıdır. Bu insanların tamamı düzenbaz, kaba, gerici ve yobaz bir şekilde tavsif edilmiştir. Üstelik bu adamlar paragözdürler: “Onlar da softalar gibi amansız bir ekmek kavgasına tutuşuyorlar, durmadan birbirlerini yiyorlardı. Aralarında birbirlerinin namusuna, canına kast edercesine rekabetler vardı.”[5] Şahin Efendi’ye göre bu adamların ağzından bir hak ve hakikat sözü işitmek zordur. Bunlar öyle adamlar ki, bir padişah selamı, üç beş liralık bir ihsan için Allah’ı da Peygamber’i de tereddütsüz satarlardı. “Bu adamlar, memlekete karanlıktan gayri ne getirebilirlerdi ki?”[6] Bu adamların hiçbir şekilde herhangi bir müspet yönleri bulunmamaktadır. Bu konuyla ilgili Fethi Naci şöyle der: “Koca romanda bir tane olsun merhametli, insan sever din adamı yok. Hepsi jurnalcı, çıkarcı, kendi çıkarı için başkasının gözünü oymaya hazır!”[7] Buna bağlı olarak, bu karakterler ve diğer başka semboller üzerinden aslında dolaylı olarak din de kötülenmektedir. Şahin Efendi’nin birtakım “fikir ve itikat inkılapları” yaşadıktan sonra kendisini tarih okumalarına verip ve şu sonuca varması: “En eski tarihlerden beri din, daima zulme ve fesada alet olmuştur.”[8] bunun bir kanıtıdır. Bununla ilgili olarak Alemdar Yalçın şunları belirtir: “(...) Reşat Nuri ‘tek ideolojik polemik romanım dediği’ Yeşil Gece’de bu bozuklukların asıl sebebi olarak İslamiyeti göstermektedir. Medresenin bozukluklarının asıl sebebi, onun gerisinde bulunan temel düşünce olan İslamdır. Romanın ismini oluşturan “Yeşil Gece”nin yeşil rengi de İslam’ın kutsal rengidir. Yazar romanında yer yer başımıza gelen bütün felaketlerin, savaşların da ana sebebi olarak İslamı göstermek ister.”[9] Bunlara ek olarak, geçirdiği kısa bir bunalım evresinden sonra dini anlamda itikatsızlığı benimseyen Şahin Efendi karakterinin, başlarına sarık sarıkmış “efsunculuk, üfürükçülük, remillik” gibi zanaatlarla uğraşan “serseri”lerden ziyade çocukların dahi taktığı sarığa, hatta salt İslam Peygamberi’nin bir sünneti[10] mahiyetindeki “sarık”ın bizâtihi kendisine olan düşmanlığından ve yine eserde geçen “Her yeni din saliki gibi Şahin Efendi’de evvela eskisine karşı uzlaşmaz bir düşmanlık hissi vardı.”[11] cümlesinden anlaşılacağı üzere, baş karakterimizin yalnızca din adamlarına/medrese hocalarına değil bunun yanı sıra dini semboller aracılığıyla dolaylı olarak dine de düşmanlık beslediği görülür. 




Önermenin ikinci kısmına ithâfen, yapılan tüm bu kötülemelerin amacı aslında yeni kurulan rejimin lehine kullanılacak olan propagandalara bir zemin oluşturmaktır. Bilindiği üzere Reşat Nuri, bu romanı yazmaya başlamadan yaklaşık 2 sene evvel, 3 Mart 1924’te, o dönemki Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanun ile birlikte, özel ihtisas gerektiren eğitim kurumları dışındaki bütün eğitim kurumları Maarif Nezareti’ne bağlanmış, Türkiye’de eğitim alanında reform yapabilmek; modern, laik ve milli eğitim kurumları oluşturmak ve eğitim işlerinde çokbaşlılığı kaldırmak gibi hususlar kanunun çıkış gerekçeleri arasında gösterilmiştir. Yalçın bu konuyla ilgili olarak şöyle der: “(...) Bundan maksat özellikle Şer’iyye ve Evkaf Nezareti’ne bağlı olarak çalışan medreselerdi. (...) Yeşil Gece, eğitimde yapılan böyle değişikliğin hemen sonrasında basılmıştır. Yazar romanda medreselerdeki eğitimin yanlışlığını ve sakıncalarını sayfalarca süren değerlendirmeler halinde sunar.”[12] Yani medreselerin kötülenmelenmesinden kasıt, yeni çıkarılan bu yasayı destekleme amacının güdülmesidir. Ona göre, Şahin Efendi’nin Sarıova’da giriştiği tüm mücadeleler, aslında Hafız Eyüp Efendi gibi çıkarcıların Cumhuriyetin faziletlerini lekelemelerine engel olmak içindir. Bu açıdan, yaşanan büyük savaş sonrası değişen rejimin neticesinde “köse sakalını traş etmiş, melon şapkalı”, hiçbir kutsal değer tanımayan, çıkarcı Hafız Eyüp Hoca gibi; Şahin Efendi de bir vakit başına o nefret ettiği sarığı sardığı gibi bir musalla taşı üzerine çıkıp azgın ahaliye hitap etmesi bakımından makyavelisttir. Bunlara ek olarak Naci şu çıkarımlarda bulunur: “Yeşil Gece, bu ortam içinde düşünülmüş ve yazılmıştır. Ne var ki Reşat Nuri, romanında sadece Atatürk’ün düşüncelerini yaymakla yetinmiş, Türk insanının iç dünyasına, bu iç dünyaya biçim veren tarihi, ekonomik, toplumsal oluşuma yaklaşmak çabasını göstermemiştir, ya da gösterememiştir."[13] Bunu, yine romanda Şahin Efendi’nin ağzından dökülen şu sözler destekler: “Milletine sadık cumhuriyetperver Türkler yetiştirmek emelindeyim. (...) Ne istediğini ve ne yapacağını bilen sekiz, on münevver insan; karanlık fikirli, karanlık maksatlı hesapsız cahil sürülerini dilediği gibi sevk ve idare edebilirdi.”[14] Ayrıca, Reşat Nuri’nin kendisiyle yapılan bir mülakatta sarf etmiş olduğu şu ifadeler, “Bu neslin yardımcısı, yol gösterici yoktu. (...) Bir siyasi ve sosyal inkılap rejiminin edebiyat ve sanata da uzayan dirijizmi? Ancak her yerde devletin sanattan ne isteyebileceği malum... Mümkün olsa da keşke gölge etmese...”[15] yukarıdaki çıkarımla birlikte yazının önermesini de desteklemekte ve Hilmi Yavuz’un da deyimiyle Yeşil Gece romanının “engagé” (güdümlü) bir niteliğe sahip olmasına kanıt teşkil etmektedir. Son olarak, Şahin Efendi romanın nihayetinde Sarıova’dan ayrılırken yol dörde ayrılır. Bunun üzerine, “Şu ortadakini tutarsam beni zaferin ve inkılabın doğduğu yere götürür. Orada derdimi nasıl olsa anlatırım.”[16] diyerek yeni rejimin kurulduğu ve inkılapların başlatıldığı Ankara’ya doğru yol alır.

Özetle, Yeşil Gece’nin kaleme alındığı dönem göz önüne alındığında hayatın çeşitli alanlarında büyük değişimlerin yaşandığı kritik bir geçiş evresine denk geldiği göze çarpar. 1889-1956 yılları arasında yaşayan Reşat Nuri bu dönemi çok iyi gözlemler ve bu değişimleri öncelikle Şahin Efendi karakteri üzerinde makul bir zemine oturtur. Daha sonra Şahin Efendi’nin kendi kişiliğinde yaşadığı dönüşümlerin de aslında İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde yaşanan devletin, rejimin ve resmi ideolojinin değişiminin bir nevi örneği olduğunu bizlere sezdirir. Belki de konjonktürel olarak dönemin şartlarına ayak uydurabilme kaygısı güdümünde Cumhuriyet öncesi dönemin eğitim, yönetim ve sosyal alanlarına müteallik her şeyi kötüler. Tüm bu kötülemeler de aslında Cumhuriyet rejimin propagandasını yapmada malzeme oluşturma amaçlıdır. Nitekim Reşat Nuri, bunu çok usta bir şekilde kaleminin kuvvetiyle gerçekleştirir.

[1] Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece (İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2013)
[2] Çok fazla detaya girip romanın özetini geçmemek için kısaca bahsedildi.
[3] A.g.e., 32.
[4] A.g.e., 33.
[5] A.g.e., 36.
[6] A.g.e., 43.
[7] Fethi Naci, Reşat Nuri’nin Romancılığı (İstanbul: Oğlak Yayıncılık, 1995), 137.
[8] Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 3. Baskı, 1968), 28.
[9] Alemdar Yalçın, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı (Ankara: Akçağ Yayınları, 2002), 175.
[10] Sünnet: İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in gerekli sayılan davranışları ve herhangi bir konuda söylemiş olduğu söz.
[11] A.g.e., 48.
[12] Alemdar Yalçın, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı (Ankara: Akçağ Yayınları, 2002), 169.
[13] Fethi Naci, Reşat Nuri’nin Romancılığı (İstanbul: Oğlak Yayıncılık, 1995), 135.
[14] A.g.e., 60-61.
[15] Edebiyatçılarımız Konuşuyor, haz., Yaşar Nabi (Ankara: Varlık Yayınları, 1976), 29.
[16] A.g.e., 249-250.

15 Mayıs 2014 Perşembe

283 Can...



283 Can...

Belki de 283 dul...

Bir o kadar da yetim...

Ve vîrân olmuş aileler...

Hani rakamlara takılıyoruz ya hep, işte o yüzden yazıyorum.

Ölüm mukadderdir elbet; ancak ortada ihmaller, tedbirsizlikler söz konusuysa bunun müsebbipleri mutlaka cezalandırılsın!

Bu elîm olay üzerinden hükümet veya muhalefet yandaşlarının siyasi rant devşirme çabaları yerin dibine batsın!

Ekmeğini taştan çıkaran o emekçilerin bir kısmı yerin altında yardım, aileleri ise güzel bir haber bekleyedururken; bizler ise, gerekli tetkikat yapılmadan peşin hüküm verip sokaklara dökülelim ya da sıcak evlerimizde rahat koltuklarımızdan, oradaki bir işçinin aylık maaşına tekabül edecek cep telefonlarımızdan birilerine salvolar yağdıraduralım.

Yüzlerce insanın, evet “sadece ekmek derdinde olan” bu yüzlerce insanın irtihalinden kendimize pay biçip kendi egolarımızı tatmin için, kendi görüşlerimizi pazarlamak için riyakarlıkta bulunalım.

Bunların hiçbirisi ne yazık ki oradaki acılara su serpmiyor ve yine ateş düştüğü yeri yakıyor...


Bu süreçte bize düşen vazife yetim kalan yavrulara, perişan olan ailelere maddi ve manevi sahip çıkmak...

Vefat edenlere rahmet ve mağfiret; ailelerine ise sabır ve baş sağlığı diliyorum.

Allah’tan niyâzım ölüm sayısı daha da artmasın.

Bu arada, kazanın meydana gelmesine neden olabilecek tüm ihtimaller masaya yatırılacaksa eğer; sabotaj olasılığını da unutmamak gerek...


Vesselâm...



29 Nisan 2014 Salı

Harabati Baba Tekkesi ve Makedonya



Tetovalı (Kalkandelen) hamiyetperver, misafirperver Cumali abimiz; 19 yaşlarında Sırbistan-Kosova muharebesinde mücahede etmiş, daha sonraları Makedonya’da ortaya çıkan iç savaşta Makedonlara karşı mücadelelerde bulunmuş ve hâl-i hazırda ecdaddan yâdigar bir vakfın, Harabati Baba Tekkesi’nin, meşgalesine hâdim bir mücahiddir. Kendisi, bizleri babacan bir tavırla kapıda selamlıyor ve tekkenin tarihi çardaklarından birinde ağırlayarak naif ve sevimli bir Türkçe ile anlatmaya başlıyor:

Harabati Baba Tekkesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk eşi olan Mahidevran Hanım’ın ağabeyi Server Ali Paşa tarafından 1538 yılında kurulmuştur. Sersem Ali Baba diye de anılan bu zât, aynı zamanda ricâl-i devlettendir. Rivayet olunur ki, birgün Ali Baba gördüğü bir rüya üzerine devlet işlerini bırakıp Hacı Bektâş-ı Velî dergâhında inzivâya çekilmek için padişahtan izin ister. Bu duruma şaşıran Sultan Süleyman, “Sen sersem mi oldun? Vezîrlik bırakılır da orada Dervîşlik mi yapılır” deyince “Kabûlümdür Sultânım, varsın bana Sersem Alî desinler. Fakir müsaadenizi ricâ ederim”, diye cevap vermiş ve padişah da izin vermiştir. Daha sonra çeşitli sebeplerden ötürü Hacı Bektaş Veli dergâhından uzaklaştırıldığı ve Kalkandelen'e geldiği düşünülür.

Kalkandelen’deki tekke asıl adını Sersem Ali Baba’nın ölümünden sonra yerine geçen, Cumali abinin dediği üzere Mehmet Bey’den, yani nâm-ı müsteâr Harabati Baba’dan almıştır. 16. yüzyılda Malatya’dan Kalkandelen’e gelen Harabati Baba, tekkeyi dergâha çevirmiş, 1799 yılında Kosova Valisi Recep Paşa'nın kuruculuğunda bir vakıf, dergâhın içinde oluşturulmuş ve 50 hektarlık arazi vakfedilmiştir.

Aradan yıllar geçer, Osmanlı hakimiyeti bölgeden izmihlâl eder, zalim bir Yugoslav rejimi gelir ve dergâhı kapatır. Dergâh 1948 yılında eşkiyalar tarafından yakılıp yıkılır, Komünist rejim tarafından turistik bir mekan haline getirilir; içerisinde gazinolar, diskolar açılır ve bu durum Yugoslavya dağıldıktan sonra da devam eder. 







2001 yılında gelindiğinde ise Makedonya’da bir iç savaş yaşanır, haklarını arayan Müslümanlar ile Makedon askerler çarpışır. Cumali abimiz de bu savaşta yer alır, ve bir grup mücahid ile birlikte Harabati Baba Tekkesi’ni kuşatırlar. Komutanlarının emri ile birlikte “Allah u Ekber” nidalarıyla tekkeye girerler ve Makedon askerler silahlarını öylece bırakıp arkalarına bakmadan kaçıp giderler.

O gün bu gündür, Cumali abi ve hayatta kalan arkadaşları tekkenin bir nevi muhafızlarıdırlar. Makedonya Devleti tekkeye tapu vermemesine rağmen, tekke faal bir vaziyettedir ve hükümet tekkeyi tekrar kapatmaya cesaret edememektedir. Arnavut asıllı Üsküp’te yaşayan şoförümüz Orhan abinin tekkeden ayrıldıktan sonra laf arasında vermiş olduğu, Cumali abi ve arkadaşlarının iç savaştan kalma silahlarının tekkede gömülü olduğu ve herhangi bir karışıklık halinde müdafaya hazır oldukları, brifingleri de bu mücahidlerin hâlâ teyakkuzda olduğunu göstermektedir. 




Yine Cumali abinin sohbet esnasında belirttiği şu ufak detay ilginçtir; tekkede bulunanan ve Alevi-Bektaşi olduğu iddia edilen bir dede vardır. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, devamlı içki içermiş. Orhan abinin dediğine göre birçok hasta ziyaretçisi olurmuş ve bu dede onlara üflermiş. Ayrıca meclisinde güya Hz. Ali ve Hz. Muhammed’in fotoğrafları olduklarını iddia ettikleri tablolar duvarlara asılıymış. İşin en garip yanı ise, Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün merkezi bir yerinde devasa büyüklükte olan bir Amerikan elçiliği aracılığıyla Amerikalıların, Harabati Baba Tekkesi’nde bulunun bu Alevi-Bektaşi dedeyi aşırı derecede desteklemesidir ve, belki de bu sebepten ötürü, tekkede Amerikan bayrağının dalgalanmasıdır.



Son olarak, yine bu abilerimizin ifadelerine göre; Makedonya’da bulunan Müslüman siyasi partilerin bir birlik oluşturamadıklarından dolayı hükümeti baskın bir şekilde Hristiyan Makedonlar oluşturuyor. Halbuki, Müslüman siyasi partiler arasında bir birliktelik olsa, neredeyse %50’lik siyasi bir gücü elde edebilmeleri söz konusu. Ancak bu ittihad sağlanamadığı için bazı sosyal, siyasal ve dini haklardan da mahrum kalıyorlar. Şöyle ki; 2001 yılında yaşanan iç savaşa kadar kayda değer bir çoğunlukta olan Müslüman Arnavutlar kendi dillerinin tahsilini yapamıyorlardı. Bunun yanında, hâlâ Müslümanların devlet kadrolarında yer alma şansları Hristiyan Makedonlara göre çok daha düşük ve ayrıca devlet kilise ve manastırlara muttasıl yardımlarda bulunurken camiiler için aynı durum söz konusu değil. Dolayısıyla, büyük bir çifte standart yaşanıyor. 

Makedonya’da, özellikle Üsküp’te bulunan ecdaddan miras cami ve vakıfların restorasyon çalışmaları ve faaliyetlerinin sağlanması adına Türkiye’nin TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı) aracılığıyla ciddi yardımları bulunuyor. Bu yüzden, Türkiye’ye müthiş bir teveccühleri var ve özellikle Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı çok seviyorlar. Üsküp sokaklarında Türk bayraklarının yanında Erdoğan posterleri ve Ak Parti afişleri görmek mümkün. Sokakta, kahvede, camide konuştuğum insanlar hatta çocuklar Türkiye’yi ve Erdoğan’ı çok sevdiklerini Türkiye'den geldiğimi öğrenir öğrenmez ilk fırsatta belirtiyorlar. Türkiye’nin kendilerine çok desteklerde bulunduklarını söylüyorlar. Ve şunu da not etmek gerekir; Cumali abinin bizleri yolcu ederken söylemiş olduğu “Erdoğan bizim Halifemiz” sözü, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın bu insanlar için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir.

Evet, bizler her ne kadar bu durumu yaşadığımız coğrafyalardan idrak edemesekte, yurt dışını açıldığımız zaman veya oralarda yaşayan insanlar ile tanışıp görüştüğümüz zaman gerçekten çok iyi anlayabiliriz. Balkanlardan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar; o şanlı Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’nin yâdigarı Türkiye’ye bel bağlayanların refîki olmak, kan ağlayan ümmetin/mazlumların sesi olmak, eskisi gibi dünyaya adalet yaymak bizlerin görevidir. Bu bilinçle hareket edip gündelik, basit siyasetleri terk etmeliyiz. Ufkumuzu geniş, hedeflerimizi yüksek tutmalıyız. Bu kutsal vazifeyi yerine getirebilmek için öncelikle sağa sola bakmadan biz önden koşmalıyız. Başaramazsak eğer bizlerle aynı mefkureyi paylaşan hemhallerimizin peşinden gitmeliyiz. 

Cumali abiler... emsalleri... tankla, tüfekle cihad ettiler. Bizler ise, "Âlimin mürekkebi şehidin kanından üstündür." itikadıyla el'an kalemimizi kılıç yapıp savaşacağız. Ümmet için/insanlık için, yeri geldiğinde Cumali abiler gibi olacağız, lakin her dem Âlim olma yolunda da geri kalmayacağız!

Belki hayal, belki saçma, belki mücerret şu anki hissiyatımdan dolayı bu düşüncelerim... Ancak; o toprakların yetiştirdiği, Üsküplü ünlü şairin de dediği gibi, “İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.

Vesselâm...







20 Mart 2014 Perşembe

Katil Polis | Katil Geziciler

Kimse kusura bakmasın ama her tarafta sağa sola "Katil Polis" yazan "Geziciler"in mantığıyla yola çıktığımız vakit, polisin veya "Gezici" olmayan halkın da duvarlara "Katil Geziciler" yazmaları haktır. Tasvip ettiğim bir davranış değildir, ancak bu şekilde duvarları karalayanlara mukabil bu hareket müstehaktır.

Bu bir kenarda dursun şimdilik...



Burak Can’ın öldürülmesini iftiharla üstlenen terör örgütü DHKP-C, 
zavallı Berkin Elvan’ın talihsiz ölümünden sonra yaşanan olayların içerisinde fiilen yer aldığını açıkca ifade ediyor. Bizim şuursuz insanlarımız da bu insanlarla el ele vererek büyük bir gazla sokaklarda amacını aşan matem törenleri yapıyor, provakatif ve tahrikâmiz eylemlerde bulunuyor, kaos ortamı oluşturmaya çalışarak bu kan emici örgütün veya örgütlerin taşeronluğunu yapıyor. Bunları elbette bilinçli bir şekilde yapanlar varken ne yazık ki çoğunluğu oluşturan kesim bilinçsiz bir şekilde yapıyor ve yol açtıkları çatışma ortamlarıyla Berkin gibi, Burak Can gibi yavruların ölmesine sebep/ortak oluyorlar. Nihayetinde bu işten zararlı çıkan ölen gençlerin gözü yaşlı anaları, bağrı yanık babaları oluyor. Gösterilerde yer alan diğer, en az, %80'lik kesim ise timsah gözyaşları döküyor ve bu insanların ölümünden muhalif düşüncede oldukları grupları/partileri/hareketleri v.s sorumlu tuttukları için cenazelerde bulunuyorlar. Yani, maktulün nasıl öldüğünden ziyade kimler tarafından öldürüldüğü daha mühim hale geliyor.

Peki bu durumdan karlı çıkan kim oluyor?


Her kaos ortamı ölümleri de beraberinde getirir, bu muhakkaktır. Bu tip örgütler kandan beslendiklerinden dolayı, canlı kalabilmek için kurbanlara ihtiyaç duyarlar. Kaos ortamları da, bu isteklerini elde etmelerinde en müsait ortamlardır. Pusuda dört gözle bekledikleri bu karışıklık ortamlarından gelen her ölüm haberini hiç şüphesiz sevinçle karşılarlar. Telef olan her kurban onlar için bir kayıp değil, aksine bir kazanımdır. Çünkü verdikleri bu kurbanlar, onlara taraftarları nazarında bir meşruiyyet kazandırır ve savundukları davaya olan inançlarını arttırır. Hitap ettikleri kitlelere karşı ellerinde bir koz oluşmuş olur. Neticede bu kurbanlar sembolleştirilerek partizanları ile aralarındaki organik bağlar kuvvetlendirilmiş olur.



Marksist-Leninist dünya görüşüne sahip bu tip örgütlerin yukarıdaki gibi propaganda yapmaları da manidardır. Kavramları ve olguları kendi ideolojilerine göre tavsif eden bu gruplardan "şehit" mefhumunu da bu şekilde istismar etmelerine pek şaşmamak lazım.

Velhâsıl, anarşi ortamlarından mütevellit ölümlerden medet uman bu kan tüccarlarının piyonu olmamak için, bilinçsiz kitlelerin birlikte hareket ettikleri oluşumlara dikkat etmeleri lazım. Gerçekleştirdikleri eylemlerin kimlerin ekmeğine yağ sürdüğüne dikkat etmeleri lazım. Bu eylemlerin sonuçlarının nelere mal olduğunu oturup düşünmeleri lazım. Aksi takdirde, daha öncelerde de yaşandığı gibi, daha çok Berkinler, Buraklar canlarından olur, giderler...

Başta yazmış olduğum kısıma dönecek olursak, "Geziciler"in de nasıl katil olabileceği konusunda aşağıdaki videoya göz atmak yeterli sanırım. 




Görüntülerde yer alan o iki meydan dayağını hak etmiş serserinin etmiş olduğu küfürler için izleyenlerin affına sığınıyorum, ancak "Öldürün! Öldürün!" nidaları arasındaki linç girişimi tehlikenin boyutunun ne kadar yüksek olduğunu bizlere göstermesi açısından ibret vericidir. Bu tür galeyana gelmiş kitlelerin içerisinde mutlaka birtakım mihraklar yer alır ve bu azgın kalabalığın almış olduğu gazla felaket neticeler meydana gelebilir. Aslında bu görüntüler, Burak Can'ın da (kesinlikle videodaki eşkiyalar ile karşılaştırmak için söylemiyorum) nasıl öldürüldüğü hakkında az çok ipucu veriyor. Her ne kadar bu ölümü DHKP-C üstlense de, onlar da "Geziciler" cenahında yer aldıkları için ve birbirlerinden hoşnut bir şekilde sokaklarda el ele verdikleri için ve bunların önderliğinde kargaşa ortamı yarattıkları için bir polisin gaz tüfeğinden çıkan kapsül ile maattessüf hayatını kaybeden bir gencin ölümünden tüm polis memurlarını itham ettikleri gibi kendileri de aynı kefe içerisinde o ölümün müsebbibidirler. Bu bakımdan, okuldaki sınıflarından otobüslerdeki koltuklara, caddelerdeki reklam panolarından sokaklardaki kaldırımlara kadar her tarafa "Katil Polis" yazan bu zihniyete karşılık olarak polisin de "Katil Geziciler" yazmalarına hiçbir şekilde ses çıkarma hakları yoktur!

Vesselâm...



28 Ocak 2014 Salı

Harf Devriminin Okur-Yazar Oranına Etkisi

Harf Devrimi 1 Kasım 1928 tarihinde, 1353 sayılı “Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun” yasasının kabul edilmesi ve yeni bir alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Bu karar ile birlikte o güne kadar kullanılan Osmanlı alfabesi değiştirilmiş, yerine Latin alfabesinin Türkçeye uyarlanmış biçimi kabul edilmiştir.

Çeşitli nedenler ile gerçekleştirilen bu inkılabın en mühim gerekçelerinden bazıları, hiç şüphesiz ki, okur-yazar oranını arttırmak ve eğitim seviyesini yükseltmek idi. Çünkü, Osmanlı alfabesinin Türk dilinin gereksinimlerini karşılamadığı, türlü imla hatalarına yol açtığı, dolayısıyla öğrenilmesini zorlaştırdığı ve halkı cehalete sürüklediği düşünülmekteydi. Halkı cehaletten kurtarmak ve eğitimi yaygınlaştırarak okuma-yazma bilenlerin sayısını arttırmak amaçları ile yeni bir alfabe arayışına girişilmişti. Kurulan komisyonlar ve yapılan tetkikler sonucu Latin harflerinin Türk diline en uygun olan alfabe olduğu kararlaştırılmış ve Osmanlı alfabesi ihraç edilmiştir.




Peki bu devrimin okur-yazar oranına etkisi ne yönde olmuştu? Bu yazımızda, birtakım istatistikî verilerden[1] ve yorumlamalardan yararlanarak Harf Devrimi öncesi ve sonrası okur-yazar oranlarını mukayese edecek ve bu noktada yaşanan değişimleri göstermeye çalışacağız. 

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk nüfus sayımı 1831’de II. Mahmut döneminde yapılmıştır. Fakat bu sayım, orduya alınacak müslüman askerlerin ve yeni vergi kaynaklarının tespitine yönelik olduğu için verimli bir sonuç alınamamıştır. Bu bakımdan imparatorluğun nüfusunu kesin olarak bilmeye imkan yoktur. Ancak tahminlere göre nüfusun 1844’te 36.500.000 ve 1884’te 28.900.000 olduğu sanılmaktadır. Okur-yazar sayısının ne kadar olduğu hakkında ise hiçbir bilgi yoktur. 1903 tarihi itibariyle hazırlanan Maârif Salnâmesi’inde (Hicri 1321, İstanbul) 20.000.000 civarında olan nüfusun 1.500.000’inin öğrenci olduğu bildirilmiştir. Bu, nüfusun %7.5’i etmektedir. Okul çağını aşmışlar içinde en az bir ihtimalle bir bu kadar daha okur-yazar bulunduğunu varsayabileceğimizi söyleyen Rekin Ertem, 1903 nüfusunun %15-20’sinin okuma-yazma bildiğini söyleyebiliriz, demektedir.

Cumhuriyetin ilanından sonra ise ilk nüfus sayımı 1927’de yapılmıştır. Bu sayımın yapıldığı tarihte, Umumi Nüfus Tahriri (1929, Ankara) kayıtlarına göre 13.648.270 olan nüfusun ancak %10,5’i okuma-yazma biliyordu. Cumhuriyetin ilk dört yılında eğitim ve öğretim alanında bir yenilik getirilmeden alınan sonuç buydu ve 1903’ün tahmini yüzdesinden de aşağıydı. 1928’de Latin asıllı harflerin kabulüyle okuma-yazma bilen %10.5 okur-yazar olmaktan çıkmıştı. 1928’in Kasım ayındaki durum %0 idi. Fakat azımsanmayacak bir okur-yazar temeli vardı. Bu, yeni harfler adına büyük bir avantaj sayılırdı. [2]

1927’de Türkiye’de okuryazarlık oranını %8.1 olarak tesbit eden Sevan Nişanyan, bu oranın doğrulanmaya muhtaç olduğunu söylüyor ve bunu şu şekilde açıklıyor: “1895 yılına ait Osmanlı istatistiklerinde Anadolu ve Rumeli’nde 5-10 yaş kız ve erkek İslam çocuk nüfusunun %57’si ilkokul öğrencisi görünür. (Devlet-i Aliye-i Osmaniyenin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumisi)

Aynı düzey eğer 1914’e kadar korunmuşsa, 1927’de 20-42 yaş kuşağı Türk nüfusunun aşağı yukarı yarısının az çok ilkokul eğitimi görmüş, dolayısıyla eski yazıyla okur-yazar olması gerekir. Bu da, 1914’ten sonra eğitim sisteminin iflas etmesi ve savaş telefatı gibi etkenler hesaba katılsa bile, toplam nüfusta en az %30 civarında okuryazarlık demektedir. Dolayısıyla ya Osmanlı istatistiklerinin, ya 1927 sayımının gerçekleri tahrif ettiğini kabul etmek zorundayız.”[3]

Harf Devriminden bir hafta kadar sonra 11.11. 1928’de 7284 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Millet Mektepleri’nin açılmasına karar verilerek talimatnamesi hazırlanmış ve ulusal çapta eğitim seferberliği başlatılmıştır. Bu kapsamda derslerin hapisanelerde, hususi müesseselerde, kışla ve fabrikalarda da yapılacağı belirtilmiş, gerekli masrafların;


1. Hususi bütçelerden, 
2. Mahalli ticaret ve ziraat odalarından,
3.Mahalli belediyelerden,
4. Hususi teberrulardan,
5. Gazi’nin hitabesi plağından[4] gelen parayla karşılanacağı bildirilmişti.[5]


Bu şartlar ve imkanlar içerisinde 1 Ocak 1929 tarihinden itibaren faaliyete geçen Millet Mektepleri, 1936 yılına kadar devam etmiştir. 1929-1930 öğretim yılında 597.000 kişiye okur-yazar belgesi verilmişti. Bu, 14.000.000 farzedilen nüfusun ancak %4’ünü teşkil ediyordu. Mekteplerin sayısı zamanla 20.489’a çıkarılmıştı. Sekiz yıllık süre içinde (1936) 2.500.000 kişiye okuma-yazma öğretilmişti. 19.02.1932’de Halkevleri açılmış, köylerde Halk odaları kurulmuştu. 1950’de Halkevleri 474’e, Halk odaları ise 4306’ya ulaşmıştı.

Okullar, fabrikalar, hapishaneler, halkevleri, halk okuma odaları ve diğer özel çalışmalarla nüfusun ancak %19’u okur-yazar hale getirilmişti. Her türlü imkanların seferber edildiği bir okuma-yazma kampanyasıyla 1929-1940 arasındaki 11 yıl içinde ancak %21’i bulan bir başarı grafiği elde edilmişti. 1940-1975 arasındaki durum ise şöyleydi:



1940-1975 arası okur-yazar oranı (Türkiye İstatistik Yıllığı, 1977)[6]
Yıllar
Nüfus
Okur-Yazar
% Yüzde
1940
17.820.950
3.500.000
21
1945
18.790.174
4.556.514
28.9
1950
20.947.188
5.779.915
32.36
1955
24.111.778
7.915.238
40.86
1960
27.829.198
8.901.006
39.48
1965
25.661.813
12.505.021
48.72
1970
29.494.848
16.126.936
54.67
1975
40.197.669
21.000.000
55.00

Rekin Ertem bununla ilgili “Bu tabloya göre okuma yazma nispetinde bir artış olmakla beraber pek öğünülecek ölçüde değildir. Elli yılda nüfusun ancak %50’si okutulabilmişti. ‰ 25 artış da düşünülürse herkesi okur-yazar yapmak için 50 yıl daha harcamamız gerekmektedir.”[7] yorumunda bulunmaktadır.

Sevan Nişanyan ise şöyle demektedir: “1920’lerden bu yana Türkiye’de okuryazarlık oranının artmış olduğu doğrudur. Ancak artışı etkileyen faktörler o kadar çok ve çeşitlidir ki, Latin alfabesinin kabulünün bu sonuçta oynadığı rolü kestiremeyiz. Çeşitli dönemlerde uygulanan okuma-yazma kampanyalarının yanı sıra, örneğin mecburi ilköğretim, mecburi askerlik, köylere yol ve okul yapılması, gelişen para ekonomisi, artan sosyal hareketlilik gibi faktörler bu çerçevede sayılabilir.

Ayrıca, Milli bir seferberlik olarak benimsenen ve olağanüstü bir ısrarla sürdürülen okuryazarlık kampanyasına rağmen, 1927-35 arasında yeni okuma-yazma öğrenenlerin resmi rakamlara göre Türkiye nüfusunun sadece %10,3’ünü (1927’de okuryazar olmayan nüfusun %11.2’sini) bulmuştur. Oysa, örneğin 1960-70 yılları arasında okuryazar sayısındaki artış, toplam nüfusun %27.2’si ve 1960’ta okur-yazar olmayan nüfusun %40.1’idir. Bu rakamlar, okur-yazarlık artışında belirleyici olan faktörün Harf Devrimi olmadığını düşündürmektedir.

Harf Devrimini izleyen yıllarda gazete satışlarında görülen ve yaklaşık yirmi yıl boyunca telafi edilemeyen düşüş ise harf devriminin, okuryazarlık oranını arttırmak şöyle dursun, azaltmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir.”[8] diyen Sevan Nişanyan şöyle bir dipnot düşmektedir: “1908-1914 döneminde Türkçe İstanbul basınının günlük tirajının –kesin rakamlarla bilinmemekle beraber- 100,000’in epeyce üzerinde olduğu anlaşılıyor; ayrıca dönemin taşra basını da son derece canlıdır. İstanbul ve Ankara’da yayınlanan Türkçe gazetelerin toplam tirajı 1925’te 40,000’e (bin kişide 3.2), 1928 sonunda 19,700’e (bin kişide 1.4) düşecek ve 1940’ların sonuna kadar mutlak sayıdaki tedrici artışa rağmen, binde 4-5 düzeyini aşamayacaktır.[9]


Milli Mekteplerin Beş Yıllık Çalışmalarına İlişkin Genel İstatistik[10]

Yıllar
Dersane
Öğretmen
Devam eden
Başaran
Başarı oranı
1928/29
20.489
16.922
1.045.500
526.881
50.39
1929/30
12.937
11.307
544.534
245.663
45.11
1930/31
9.602
8.940
352.902
172.322
48.44
1931/32
5.915
5.437
205.349
99.491
48.44
1932/33
5.107
4.084
157.639
80.599
51.10

TOPLAM

54.050


46.690

2.305.924

1.124.916

48.78           

Bilâl N. Şimşir, bu tabloyu şu şekilde yorumlamaktadır: “Bu resmi istatistiklere göre, 1928-1933 yılları arasındaki beş yıllık dönemde bütün Türkiye’de 54.050 Ulus okulu dersanesi açılmıştı. Bunların 18.589’u (%34.40’ı) kentlerde, 35.461’i (%65.60’ı) köylerdeydi. Demek ki, bu okulların yaklaşık üçte ikisi köylerde açılmıştı. Başka bir deyişle, yeni yazı seferberliği büyük ölçüde köye de yayılmıştı. İlk yıl büyük bir coşku göze çarpar. 1928/29 ders yılında açılan dersanelerin sayısı 20. 489 olmuştur. Ne var ki ilk yılın coşkusu giderek yavaşlar. Dersanelerin sayısı yıldan yıla azalır. Beşinci yıl yalnız 5.107 dersane çalışmaktadır. Beş yıl içinde sayı dörtte bire düşmüştür. Hem kentte, hem köyde işle büyük ölçüde yavaşlamıştır.”[11]

Sonuç olarak, Harf Devrimi öncesi ve sonrası durum buydu. Devrim öncesi oranlarda; veri toplama yöntemleri, teknolojik yetersizlikler, dönemin şartları vb. sebeplerden dolayı bir kesinlikten bahsetmek mümkün değildir, ancak dolaylı yollardan elde edilen birtakım verilerin mantıkî bir biçimde yorumlanmasıyla tahmini oranlara ulaşılabilir. Ancak devrim sonrası ve ilerleyen süreçlerde elde edilen veriler, çağdaş yöntem ve anlayışlar ile toplandığı için daha fazla bir kesinlik arz eder.

Diğer İstatistikler



KAYNAKÇA

· Ertem, Rekin. Elifbe’den Alfabe’ye Türkiye’de harf ve yazı meselesi. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1991.
· Nişanyan, Sevan. Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru. İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2008.
· Şimşir, N. Bilâl. Türk Yazı Devrimi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992.
· Türkiye İstatistik Yıllığı. Cumhuriyet’in 50. Yılında rakam ve grafiklerle milli eğitimimiz, istanbul, 1973. Ankara, 1977.
· Maârif Salnâmesi. İstanbul, Hicri 1321.
· Umumi Nüfus Tahriri. Ankara, 1929.
· Devlet-i Aliye-i Osmaniyenin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumisi.
· Millet Mektebi Teşkilâtı Tâlimatnâmesi. Ankara, 1928.
· Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü. Maarif 1928-33, Millet Mektepleri Faaliyeti İstatistiği. İstanbul: Devlet Matbaası, 1934.

[1] Ünlü İngiliz tarihçi B. R. Mitchell’in ısrarla vurguladığı gibi, devletlerin 20. Yüzyıl öncesinde topladıkları veriler çağdaş anlayış ve yöntemlerle değil, esas olarak vergi toplama ve askere alma amaçlarıyla toplanmaktaydı. Bu dar yaklaşım, hem toplanan verilerin kapsamını hem de veri toplama tekniklerini kaçınılmaz olarak etkilemiştir. Ayrıca, 20. Yüzyıl öncesinde teknolojik ve idari etkinliğin çok sınırlı olduğunu, devletlerin veri toplama sürecinde büyük sorunlarla ve yetersizliklerle karşı karşıya kaldıklarını da hatırlatmak gerekmektedir. Dolayısıyla, tarihi dizilerin toplanmış ve hatta resmi kurumlar tarafından yayınlanmış olması dahi, ne yazık ki, bu verilerin kolaylıkla ve güvenle kullanılabilecekleri anlamına gelmiyor.
[2] Rekin Ertem, Elifbe’den Alfabe’ye Türkiye’de harf ve yazı meselesi (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1991), 313-314.
[3] Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru (İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2008), 156.
[4] 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında Latin asıllı harflerin kabul edileceğine dair olan konuşma plağa alınmıştı.
[5] Millet Mektebi Teşkilâtı Tâlimatnâmesi (Ankara, 1928).
[6] Türkiye İstatistik Yıllığı, Cumhuriyet’in 50. Yılında rakam ve grafiklerle milli eğitimimiz, istanbul, 1973 ( Ankara, 1977).
[7] Rekin Ertem, A.g.e., 316 – 317.
[8] Sevan Nişanyan, A.g.e., 155 – 156.
[9] Sevan Nişanyan, A.g.e., 156.
[10] Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü, Maarif 1928-33, Millet Mektepleri Faaliyeti İstatistiği (İstanbul: Devlet Matbaası, 1934), 45.
[11] Bilâl N. Şimşir, Türk Yazı Devrimi, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992), 242.

25 Aralık 2013 Çarşamba

İslamcı? Dinci?

Son zamanlarda artmakta olan ve benim de hiç haz etmediğim bir yaftalama temayülü vardır: “İslamcı” ya da “dinci”. Bu eskiden de çok yapılırdı, eyvallah, Müslüman olmayan biri yapsa gam yemem, ancak işin ironik tarafı bunu Müslümanların da yapmaya başlaması. Misal vermek gerekise; Müslüman bir adam kalkmış bir başkasına diyor ki, “sen İslamcısın!” veya “sen dincisin!” Üstelik bunun menfi bir sıfat olduğunu zannedercesine yaftaladığı o bir başkası da “Müslüman”. Hah? huh? Nasıl yani? Bir Müslüman diğer bir Müslümanı “İslamcı” ya da “dinci” olmakla suçluyor. Çok garip değil mi? 


Yahu kardeşim demezler mi bunu diyen adama sen necisin diye? Hristiyan mısın diye? Yahudi misin diye? ya da dinsiz misin diye? Adam cevap verir: “Ne münasebet, Elhamdülillah Müslümanım.” ee sen müslüman isen eğer, karşındaki Müslümanı bir cürm ile itham eder gibi nasıl yargılayabiliyorsun? Bu da ne demek? Nerden geliyor bu cürret? diye sorarlar sana ki, zaten “İslamcı” olmalıdır, “dinci” olmalıdır. Hristiyancı, Yahudici veya Ateistçi olacak hali yok ya, bir Müslümanın! Bakkala, bakkalcı demek gibi bir şey bu. Kişi Müslüman ise, daha doğru bir ifade ile Müslim ise, İslam taraftarı olmama gibi bir lüksü var mıdır? İslamcı olmama gibi bir şansı var mıdır? Ha varsa eğer, o ayrı konudur.* Fakat bu noktada böyle bir münakaşanın mevzu bahis edilmesi dahi abestir, mantıksızlıktır!

*O ayrı konudan da kısaca bahsetmek gerekirse, yine son günlerde maruz kaldığım yaftalamalardan biridir ki, tırnak içerisinde yazdığım fakat Hadis-i Şerif diye belirtmediğim Resulullah'ın bir sözü ile ilgili olan paylaşımıma "sizin gibi dinci geçinenler dini küçültünüz ,insanları dinden soğuttunuz" yorumuyla gelen cevaptır. Mezkûr Hadis-i Şerif ise şudur: 

"Bir mü'mini çoğunlukla sükût eder ve vakarlı olarak görürseniz ona yaklaşın. Çünkü ona hikmet verilmiştir." 

Fazla şey söylememe gerek yok, varın gerisini siz düşünün...